Kendime Ait Bir Gün

Merhaba:) Bugün tamamen kendime ait, tamamen kendim için yaptığım uğraşlarla dolu karlı bir İstanbul günüydü. Aklıma yazmak düşmüştü ama kendimi zorlamak istemedim, uzun zamandır zorlamadığım gibi… Sonra Youtube’da Aynur Doğan’la denk geldik. Tüm gün bir şeylerle uğraştım ve arkada sürekli bir şeyler dinledim. Podcastler, müzikler, kısa diziler. Ve kendi kendime ‘bugün de arka fonda türkü olmasın bakalım’ demiştim. İstemediğimden değil de sevdiğim farklı türlere de şans verebilmek adına 😀 Sonra mix döndü dolandı Aynur Doğan’a bağlandı. Ve işte buradayız:)

Tamamen kendime ait bir gün dedim, evet. Uzun zamandır akrilik boya ile tuvale bir şeyler çizmemiştim. Daha doğru ifade etmem gerekirse en son lisedeyken tuvale resim yapmıştım ki bu bir şeyler çizebildiğimi fark ettiğim ilk andı. Resim dersinde Dilvin Hocamın da yarattığı o nefis çizim atölyesi sayesinde hepimiz biraz olsun gerçek dünyadan uzaklaşabilmeyi deneyimlemiştik. Daha sonraları kara kalemle birkaç şeyler çizdim, sırf bu uzaklaşabilmeyi devam ettirebilmek için. Bir ara da tebeşir boya ile çizmeyi denedim. Her bir deneme bir yerlere vardı, sonuçta elime birkaç fena sayılmayan çizim çıktı. Sonra da bu işi rafa kaldırdım gitti işte.

Birkaç ay önce tekrar resim çizmeye vakit ayırmak istediğimi fark edip bu sefer de sulu boya ile uğraşabileceğimi düşündüm. Hiç denememiştim, zorlanacağımı düşündüm ama artık işe gidip eve gelmekten ve evde de işe bakmaktan başka bir şeylerle uğraşmaya ihtiyacım vardı. Baş ucumda biriken, her birine başlayıp çok çok beğendiğim ama bir türlü okumadığım kitaplarımı maalesef bir seçenek olmaktan çıkarmıştım.

Sulu boya, çizim defteri ve fırçalar sipariş ettim. Beraberinde akrilik boyalar da aldım. Çünkü taşınırken annemin evinden boş duran bir tuvali getirmiştim. Öyle bir yerlerde duruyordu aslında. Aklımdan tuvale bir şey çizsem ya, diye geçirirken bir gün babamın arabasında arka koltukta bir şövale gördüm. Dedim, bu ne? Eve götürüyorum, üzerine bir resim koyarım belki, dedi. Dedim, benim evde ona uygun çok güzel bir köşe var, en kısa zamanda ziyaretime gelmeni dilerim:) Şövale geldi, tuval üzerine yerleşti. Ve aylar geçmeye başladı. Ben kafasından hayal edip çizebilen biri değilim, illaki bir resim beğenir ve ona benzer çizerim. Başladım resimler aramaya. Nasıl çizeceğimi bilmiyordum ama çizmek istediğim temayı biliyordum, Prag’ı çizecektim.

Prag’a ilk gitme fırsatını Erasmus yaparken bulmuştum. Belki de en çok beğendiğim şehir olabilir. Her şehrin ruhu vardır derler, her birine farklı anlamlar yüklenir belki. Benim için Prag, sanırım tüm o güzel hislerin toplandığı bir şehir. İlk ziyaret ettiğimde karlar altında görmüştüm. En çok da karlar altında güzel olurmuş. Daha sonra, pandemiden hemen önce, yeniden Prag’da bulunma şansım oldu, güneş parıltıları altında. Evet, şu an dışarda yağan kar beni oldukça fazla mutlu ediyor. Çünkü evdeyim arkadaşlar, yanımda çay var falan. Dışarda şehri gezmeye çalışan birine, bu şehir en güzel karlar altında görülmeli derseniz eğer, o birisi, size soğuktan donmuş ellerini ovuştururken ‘aynen bro, sensin’ diyerek yanınızdan uzaklaşacaktır. Her şehir güneşli ve açık bir gökyüzü ile çok daha büyüleyicidir, bence konu burada kapanmalıdır.

İkinci kez gittiğimde şehirde hem bildiğim hem bilmediğim birçok yerde bulundum. Her bir adımımı heyecanla attım diyebilirim. Şimdi bile tekrar tekrar fotoğraflara bakıp iç geçirdiğim anlar oluyor. Neyse, fazlasıyla Prag yazısına dönüşüyoruz, dümeni rotamıza çevirelim. Prag yazısı umarım üçüncü kez ziyaret edebildiğimde yazacağım bir yazı olur.

Derken derken, önce biraz sulu boya ile alıştırmalar yaptım. Çok keyifliydi. Ve ara sıra göz attığım Prag temalı resimlerden de birkaç tanesini beğendiklerim arasına aldım. Birkaç hafta önce resme başladım. Önce kara kalemle hatları belirlediğim resimde Charles Köprüsü’nü boyamaya başladım, dedim ki Gülçin, bok vardı başladın akrilikle. Aferin. Ton vermeyi unutmuşum, fırçayı kullanmayı unutmuşum. Malayla duvar düzeltiyormuş gibi devam et kızım, go girl.

Gidişatı beğenmedim, bıraktım. Bir hafta kaldı öyle. Tekrar oturdum başına, detaylar vermeye çalıştım. Eh. Sonra dedim ki, yapamazsan kimse görmeden bu tuvali yok edebilirsin, şimdi kendini biraz sal ve devam et gözünü seveyim. Gerçekten tuvali atabilme özgürlüğü beni rahatlattı, biraz daha devam ettim. Fazla detay vardı, o yüzden açıkçası yavaş da ilerliyordu. Bir de hafta içi zaten işten dolayı vakit ayıramıyordum. Geçen hafta sonu da annemdeydim derken dün akşam tekrar oturdum başına.

Dün başından kalktığımda 3 saattir onunla oyalandığımı fark ettim. Bugün ise neredeyse 4 saat. Resim de epeyce şekillenmiş oldu tabi. Hoşuma da gitti ne yalan söyleyeyim. Elimden somut bir iş çıkmış olması zaten hoşuma gider ama görsel olarak da fena olmadı yani. En son başladığım (ve tabi ki henüz bitirmediğim) Pınar Özkent’in ‘Yeni Bir Pencere Aç’ isimli kitabında şöyle bir cümle yer alıyor, “Kimse sana söylemediği halde ve mecbur olmadığın halde, yapmaktan keyif aldığın, hatta yemek yemeyi bile unuttuğun neler yaparken buluyorsun kendini?” Şu iki günde uzun saatler bir uğraşa kapılmış olmam, bunu fark ettiğimde nedense pek memnun etti beni.

Bugün aynı zamanda bir belgesel izledim, Human. Muhteşemdi. Nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Duygularımı doğru aktarabilmek için biraz durup doğru kelimeleri seçmeye ihtiyacım varmış ama düşünsem de tam olarak anlatamayacakmışım gibi hissediyorum. Bu dünyada bin bir çeşit insan, bin bir farklı hikâyeye sahip olarak hep birlikte yaşadığımızı ama aslında birbirimizin hikayesiyle pek de ilgilenmediğimizi hissettirdi bana. Kiminin hoşnut olmadığı şartlar, kiminin hayallerinde bile bulunmuyor. Kiminin derdi parayken kimisi sadece yaşamaya çalışıyor, gerçek anlamda ‘yaşamaktan’ bahsediyorum. Birisini dinleyip gülümserken hemen ardından geleni gözlerim yaşlı dinledim. İnsanların dertlerini küçümsemekten çekinen biriyimdir, mümkün olduğunca anlamaya gayret ederim. Zaten bu belgeselde de aslında, dertlerin büyüklüğü küçüklüğü, acıların zorluğu kolaylığı karşılaştırılmıyor. Ulaşılan tüm hikayeler sadece sunuluyor. Gerçekten çok etkileyici bir belgeseldi. Şiddetle tavsiye ediyorum ve youtube linki bırakıyorum.

Akşam bir film daha izledim, Contact. Haftaiçi aldığım bir eğitimde konuştuğumuz ‘Occam’s razor’ kavramı üzerine bahsi geçen bir filmdi. Merak da etmiştim açıkçası ve bir kenara not etmiştim. Bugün izledim ve beğendim. Merak edenler için bir tanım yapmak gerekirse; Occam’s razor (Occam’ın usturası) ilkesi, çözülmek istenen bir problem için sunulan çözüm önerileri veya cevaplar arasından en basit olanının genellikle doğru olduğunu savunur, diyebiliriz. Filmde de bahsedildiği ve hatta uygulandığı bir kısım var diyelim ve merak edenleri seyre gönderelim.

Ve arkadaşlar, şimdi de perdelerini sonuna kadar sıyırdığım penceremin önünde, köşesinde yanan 2 güzel mum ışığı eşliğinde sizlerle bugünümü paylaşıyorum. Bugün kendime güzel bir yemek yaptığımı ve film izlerken afiyetle yediğimi ise sadece su son sözlerimle ifade edip bırakıyorum.

Yalnız ama mutlu, soğuk ama şahane manzaralı, uzun ve sakin geçen saatler eşliğinde oldukça verimli olduğunu düşündüğüm bir gün geçirdim bugün. İşten başka bir şeylerle ilgilendiğim için, kendimle baş başa kaldığım için, bir süredir telefonumdan kaldırdığım instagram uygulamasını irademe yenik düşerek tekrar indirip saatlerce içine gömülmediğim için çok memnunum. Kendim, bugün benden çok memnun kaldı ve geçer not aldı. Darısı kendi izleniminizde, kendi başınıza:)

Sevgiler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir